27.08.2011

Ayrılık..

0 Vakâ
Eğer ayrılık, insan evlâdı olsaydı, kesin or*spu çocuğu olurdu!

26.08.2011

Bi gece, bi sabah..

0 Vakâ
Ardından yine yaşamak.. Şey gibi işte bu, doğduğundan itibaren ölmeye başlıyor insan. Evet, tam olarak böyle. Deliriyorum biraz. Durmadan yazıyorum bi şeyler. Zorunlu muyum buna? Kardeşime sözüm var, yazdıklarımı severdi o, toplayıp derlemeli, ona vermelimişim. Kapak tasarımına koşturuyor bu sıralar. İstediğimi, aklımdakini biliyor. Ona göre bi şeyler çizdirip karalıyor hafiften. Beceriyor da teneke..

İnsanın perdeleri kalkmaya görsün. Deliriyor. Deliriyorum. Neleri gördüğüme, kimlerle konuştuğuma, nelere karşı çıktığıma inanamıyorum. Hayaller, sanrılar ve gerçekler arasında yuvarlanıyorum. Deliriyorum. Çocuk kesiliyor, korkuyorum bi yandan da. Ve deliriyorum. Hala, önüme eğip başıma, ayakkabılarımın ne kadar kirlendiğini düşünüyorum..

Uzun bi ara vermiştim; "keyif insana azdırsa bile, yazdırmaz" derdim hep, "kalem bi türlü düşemez kağıda.." Öyleydi yine, yine ben haklı çıktım. O yüzden başlıyorum. Cehennemin dibinden gelen sözlerle başlıyorum. Deliriyor, delirdikçe yazıyorum. Yazdıkça da deliriyorum bi makina gibi.

-Külkedisi, pabucunu unutmuşsun bi ara sokakta. Onu alabilmen için önce beni öpmen gerek..

13.03.2010

Taşınıyoruz Efenim...

0 Vakâ
Nedendir bilinmez, taşınmaya karar verdik efenim. "-dik" dedim çünkü artık 2-3 yazar eşliğinde yazıcaz kendi kendimize. Yaşam Molası kıvamında bi şey... Hadi sonra görüşürüz, kendinize iyi bakın, evdekilere de selam söyleyin. Bunu saymayız, haa.. .P

1.12.2009

"Bu ödüle ihtiyaç duymayacak bir dünya kuracağız"

0 Vakâ
Doğa, dengesini vahşet üzerine kurmuştur. Bütün canlılar kendi çıkarları için başka canlıları parçalar, öldürür, yok ederler. Bu vahşette bir masumiyet vardır. Çünkü bunu içgüdüleriyle, yaşamlarını sürdürebilmek için yaparlar. Doğa, onlara böyle yapmalarını emreder.

İnsanlar da bu vahşetten paylarını almışlardır. Bütün canlılar gibi onlar da vahşidirler. İnsanları, diğer canlılardan ayıran iki önemli özellikleri bulunur. Birincisi, bu vahşete kendi akıllarını ve bilinçlerini katıp, doğanın masum vahşetini, günahkâr bir kötülüğe çevirirler.
İkinci özellikleri ise bununla tam anlamıyla çelişir. İnsanlar, zayıfların ve güçsüzlerin haksızlığa uğramasına karşı çıkan bir başka güdüye sahiptirler. Buna vicdan deriz. Hangi ırktan, hangi dinden, hangi kültürden olursanız olun bir adam bir çocuğu dövdüğünde buna isyan edersiniz.

Bütün hayatımızı, bütün kişiliğimizi, bütün varlığımızı, doğuştan sahip olduğumuz bu özelliklerimizden hangisine sahip çıktığımız, hangisini besleyip büyüttüğümüz belirler.

Bazıları, kötülüklerini ve vahşetlerini sınırsızca kullanırlar. Kendi kısa hayatlarını biraz daha iyi yaşamak, biraz daha zengin olmak, biraz daha güçlü olmak için başka insanları ezer, aşağılar ve öldürürler.

Bazıları, bu kötülüklere katılmazlar. Vicdanları buna izin vermez. Ya da kötü olacak cesaretleri yoktur. Onlar, kötülükleri tasvip etmez ama bu kötülüğe karşı da çıkmazlar.

Bazıları da, sadece vicdanlarını dinler, kendi çıkarlarından vazgeçer ve güçsüz olanları korurlar.

Kötülüğün ve vahşetin “mantıklı” bir nedeni vardır. Onlar bunu kendi çıkarları için yaparlar. Ve biz, kendi çıkarlarımız için yaptıklarımızın mantığa uygun olduğunu düşünürüz.

Vicdanın ve iyiliğin ise mantıklı bir nedeni yoktur.

Belki de bu yüzden Kant, “Ben yıldızlara ve iyiliğe şaşarım” demiştir.

İyilik, gerçekten de şaşırtıcıdır. Doğanın canlılara yüklediği bencilliğe ve vahşete aykırıdır çünkü.

Tarih, mantıklı kötülüklerle, mantıksız iyiliklerin dövüşüne şahit olmuştur her zaman.

Bu savaş hâlâ sürüyor.

Bu savaş sürdüğü için bu ödül veriliyor.
Kötülüklerin ve vahşetin büyük gücüne, iktidarına, parasına, silahına karşı, vicdanın ve iyiliğin kararlılığı, cesareti, inatçılığı
baş kaldırırken, bu vicdan büyük düşmanlar kazanıyor.

Bu ödül, o düşmanlara karşı yalnız olmadığımızı, yeryüzünün her tarafında vicdan sahiplerinin birbirine destek olduğunu, sesini yükselttiğini, kuvvetli bir dayanışma içine girdiğini gösteriyor.

Biz bu akşam, burada, bütün mantıksızlığımız ve bütün vicdanımızla, dünyadaki kötülüklere meydan okuyoruz.

Onlara, bu ödülü benden çok daha fazla hak eden Milyus ve Saviola gibi, “biz gerilemeyeceğiz, biz dövüşeceğiz, biz insanlara kötülükler yapılmasına izin vermeyeceğiz” diyoruz.

Bu ödülü daha önceden alanları ve bu ödülü almalarına neden olan iyilikleri ve cesaretleri nedeniyle hayatlarını kaybedenleri saygıyla anarken, beni de onlardan biri olarak gördüğünüz için teşekkür ederim.

Onlarla birlikte anılmak benim için bir onur ve sevinçtir.

Ama asıl sevinci, bir gün bu ödüle ihtiyaç duymayacak bir dünya kuracağımıza bugün burada bir daha inandığım için hissediyorum.

Bana bu sevinci yaşattığınız için hepinize minnettarım.

Teşekkür ederim.



Ahmet Altan - Gazeteci/Yazar
"Leipzig Özgürlük ve Medyanın Geleceği Ödülü" Konuşması

23.11.2009

Kalevala

0 Vakâ
Tolkienin icad ettiği kapsamlı ve zarif dillerin hepsine Elfce(Elwish) adı verilir.Tolkienin elfçeyi yaratırken esinlendiği en büyük kaynak şu anda Rusya ve Finlandiya sınırında bulunan gözlerden uzak bir köy ve göller yoresi olan Karelia bölgesinde konuşulan dildir.Bu bölgenin sakinleri genellikle yaşlılardır.Çocukları modern dünyaya taşınmıştır. Kalevela(Calavela) "Kahramanlerın Ülkesi" anlamına gelir.Bu Fin efsanelerinin en önemli ifadelerinden biridir.Tolkien gencken Kalevaladan çok etkilenmiş ve bu anıtsal epik şiir derlemesini daha iyi kavrayabilmek için kendi kendince Fince öğrenmiştir.Kalevala son buzul çağında kuzeye göç edenFinlerin gerçek tarihi ile paralellik içindedir.Dilbilimciler efsanenin ve bu dilin daha geriye göçebe bir çağa ait olduğunu düşünüyor.Finlandiya'nın tarım öncesi zamanlarından, şamanların zamanından geliyor Kalevala.O zamanlar insanlar yazıyı bilmezdi.Sözlü bir gelenekle yaşarlardı.Dilse en yiyi anlatıcının sözcük dağarcığı ile ibaretti.Söyelenene göre Kalevala'nın ölçüsü Karelia göllerinde kürek çekilirken söylenen şarkıların ritminden gelirmiş.Ortaçağın sonuna doğru İsveçliler Finlandiya'yı işgale başlayınca Kalevala geleneği yok olma tehlikesi ile karşı karşıya gelmiş.19.Yüzyıla gelindiğine eğitimli fillerin çoğu İsveçce konuşuyordu.Derken Elias Lönnrot adlı bir köy doktoru 1830'larda Karelia'nın içlerine doğru yolculuğa başlar.Burası Dünyada hala efsane şarkılarının söylendiği son yerdi.Karelialıların hiç yapmadığı birşeyi yaparak bu şarkıların sözlerini kaydeden Lönnrot gleneği kurtarmış oldu.Şarkıları bir öykülerin içine toplayan Römrod buna kalevala adını verdi.Bu mitoloji Fin halkına bir ulus kimliği kazandırdı ve bu kimlik 20. yüzyılın çalkantlı ortamında onlara çok yardımcı oldu.Eğer Kalevala olmasaydı Finlandiya'nın bağımsızlığı olmazdı.Finler de ya Rusca ya İsveçce konuşuyor olurdu.
J.R.R.Tolkien de Kalevala'dan esinlenmiş ve Orta Dünya'nın dilini yazarken buna başvurmuştur.Tolkien'in arkadaşı Tom Shippey'e göre Tolkien beğendiği şeylere benzer bir his veren diller yaratmaya çalışmıştır.Elflerin Latincesi olan Quenya Shippey'e göre Finceye dayalı.Tolkien Fİnceyi cok severdi ve küçük yaştan beri Fin edebi geleneğine yakınlık duyardı.Tolkien Kalevala'nın dilinden fazlasıyla etkilenmiştir.Bu şiirlerde bitmeyen konular ve kilit karakterler bulmuştur.Kalevala'nın kahramanı büyülü güçleri olan yaşlı bir önder.Şiirin merkezindeki karakter hedeflerine ulaşmak ve halkının toplumsal koşullarını iyileştirmek için büyüler yapan büyük şaman Väinamöinen.Bu karatkerin paraleli ise sözcüklerin büyüsüne başvuranBüyücü Gandalf.Yüzüklerin Efendisi ve Kalevala'nın bir ortak noktası daha var.İki özyükünün de merkezinde çok güçlü insan yapımı bir nese var.Fin şiirinde "Sampo" adı verilen bu nesne tıpkı yüzük gibi sahibine büyük servet kazandırıyor.Ama sonunda barışın korunması için bunun yokedilmesi gerekiyor.Kalevala'daki mesaj da her zaman toplumun iyiliği, halkının refahı için çalışman.
Buraya kadar herşey çok normal.Asıl görüşüm ise Kalevala ile Dede Korkut hikayeleri arasındaki benzerlikler.Her iki hikayede de halkının refahı ve huzuru için çalışan , büyüe başvuran, bilge bir kişi var.Hem kalevala'da hem de dede Korkut hikayelerinde tabiata sıkı sıkıya bağlı bir tek tanrıya inanan gelişmiş bir toplumun olması da ortaktır.Her iki hikayede de annesi tarafından diriltilen erkek çocuklerı vardır. Bu düşünce çoğu kişiye Türk olmamızdan dolayı içimizde bulundurduğumuz düşünceden doğduğu söylenebilir.Ama her iki hikayenin coğrafyası birbirine uzak değldir.Ayrıca her iki toplumun da göçebe olması ve göç etmleri Kültür etkileşimini arttırmaktadır.Her iki destanın da Sözlü edebiyat ürünü ve şiiir şeklinde olması da kültürler arası etkileişm olabileceğin göstermektedir.Fince ve Türkçe'nin de Ural-Altay Dil gurubuna dahil olması da cabası.
Sonuç olarak bunların hepsi birer tesadüf olabilir.Ama J.R.R.Toklkien Yüzüklerin Efendisi üçlemesini yazarken oluşturduğu Gandalf'ın kişiliğinde sizce Dede Korkut'un payı olamaz mı?


kuzeyin güzel hanımı,
toprağın suyu, suyun nuru,
gökyüzünün bir yakasına oturdu,
cennet geçidine doğru.
temiz teni içinde parlıyor,
beyaz giysileriyle ışıldıyordu.
altından elbiseler dokuyor, altın iğnesiyle,
gümüşten sazları dikiyordu gümüşle.

tam o sırada,
bilge ve çetin, vainamoinen
geliyodu karşıdan.
karanlık kuzey toprakları berisinde
kasvetli sariola’dan.
az bir yol katetmişti ki,
duydu gökyüzündeki sazların sesini
başının üstünde,
gözleri takıldı cennete.
cennet geçidi çok güzel görünüyordu gökyüzünde,
ve onun yamacında oturan hanım da öyle.
altından elbiseler dokuyor, altın iğnesiyle,
gümüşten sazları dikiyordu gümüşle.

bilge ve çetin, vainamoinen
durdurdu atını aniden,
kelimeler şöyle döküldü ağzından:
“gel hanımım benim yanıma,
nur ayağını bas kızağıma!”

hanım baktı aşağı,
kelimeler şöyle döküldü ağzından:
“neden bir hanım gelsin yanına?
neden bir kız binsin kızağına?”

bilge ve çetin, vainamoinen
cevap verdi buna:
“neden bir hanım gelsin yanıma?
neden bir kız binsin kızağıma?
çünkü ballı ekmek pişirebilir
bira yapabilir
bahçelerde şarkı söyler
mutluluk dağıtır pencereler,
vaino-ülkesinin tarlalarında
kalevala’nin kırlarında.”

hanım cevap verdi buna,
kelimeler şöyle döküldü ağzından:
“dün dolaşırken yeşil boyalı kırlarda,
sarı fundalıkları geçtiğim sırada
akşam çökmek üzereyken tam,
korulukta cıvıldayan bir kuş vardı.
bir tarlakuşu şarkı söylüyordu,
bir kız çocuğun ne hissettiği,
ve bir eşin ne hissettiğini.
söylemem gerekiyordu söyledim,
kuşa şöyle dedim:
‘küçük tarlakuşu söyle bana,
kulaklarım duyacak şekilde ama,
kimin yeri daha büyüktür,
kimin gönlü daha doludur,
babasının evinde bir kızın mı?
yoksa kocasının evinde bir hanımın mı?’
buna cevap verdi tarlakuşu şakıyarak:
“bir yaz günü parlaktır,
ama bir hanımın kaderi daha berraktır;
buzdaki kılıç soğuktur,
ama bir eşin durumu daha soğuktur.
bir kız, babasının evinde,
güzel bir tarlada bir böğürtlen gibidir;
kocasının evinde bir eş ise,
zincirlenmiş bir köpek gibidir.
nadiren bir köle mutlulukla ödüllendirilir;
bir eş ise hiçbir zaman.”

yine de çağırdı hanımı yanına,
bilge ve çetin, vainamoinen
çağırdı onu kızağına.
hanım ona cevap verdi hemen,
kelimeler şöyle döküldü ağzından:
“belki evlenirdim,
bir gemi yapabilen biriyle,
benim kargılarımla
ve benim gemici bıçağımla,
vurabilirse o gemiyi sulara
onun dizleri sağlamdır,
onun yumruğu gururludur,
onun kolları sabittir,
onun elleri uzanmaz heryere.”

bilge ve çetin, vainamoinen
şöyle konuştu bu sefer:
“ne yerde, ne gökte,
ne de tüm gökyüzünün maiyetinde
var mıdır benim gibi bir oymacı,
var mıdır bir gemiyapımcısı?
ağaçlardan kalaslar yaptı,
kargılarla oymalar oydu,
başladı bir gemiyi yontmaya,
yüz kişi alabilecek bir gemi yapmaya.
çelikten bir dağın üzerinden de
demirden bir tepenin üzerinden de gidecekti.
bir gün ve iki gün çalıştı,
üçüncü gün bir gemi olup çıkmıştı.
baltası taşa hiç vurmadı,
bıçağı tepenin eteklerine değmedi.

üçüncü ve en son günde,
iblis geldi gemiye,
şeytan aldı bıçağı eline,
güvertede baştan sona koştu,
baltayı taşa vurdu.
tepenin yamacına geldi
bilge çocuğun kaldığı yere,
bıçağı daldırdı ete,
kıymetli çocuğun tenine,
vainomoinen’in etine.

-- alıntının alıntısı --

Lemminkainen

0 Vakâ
aynı zamanda kaukomieli, veya ahti, kalevala'nın ana kahramanlarından biri. maceracı, savaşçı ruhlu, uzun kömür siyahı saçlı, dişilerimizin deli olduğu genç bir karakterimiz. öyle bir inat vardır ki kendisinde, peşinden o zamanlar herkesin koştuğu, louhi'nin kızı kyllikki'yi kazanmak için pohjola'ya tek başına gider, kız yine istemez kimseyi, bu da tuttuğu gibi götürür evine, kyllikki de sesini çıkaramaz. birbirlerine söz verirler; kyllikki danslara vs. gitmeyeceğine, lemminkäinen de savaşa gitmeyeceğine dair. fakat kyllikki bu sözü bozar, lemminkäinen de duyar duymaz sinirle "ben kuzeye gidiyorum birilerini öldürmem lazım artık" şeklinde annesini de karısını da dinlemeden, gider, giderken de saçlarını taradığı, sinirle duvara fırlattığı tarağını bırakır, öldüğümde bu taraktan kanlar damlayacaktır diyerek.

kuzeyde louhi'ye kızlarının en güzelini vermesi için ısrar eder, louhi de "zaten bir tane karın var, diğeri ne oluyor?" diye vermez kızını. üç göreve gönderir lemminkäinen'i, sonuncusu olan tuonela'da, tuoni'deki siyah kuğuyu öldürme çabalarında, kuzeyde acıyıp öldürmediği tek adamın, bunun aşağılamasına alınması ve peşinden gelip, kalbine bir yılan göndermesiyle ölür. cesedi parçalanır ve nehre atılır. annesi de ilmarinen'den kendisine oğlunu nehirde araması için bir tarak yapmasını ister. bu tarakla nehri arar ve oğlunun bütün parçalarını teker teker bulur, suonetar'nın yardımıyla birleştirir/diker ve tanrılara oğlunu geri almak için yalvarır, fakat oğlu hala ölüdür. başka bir çare gerekmektedir, o da bir öhm, "ballı kıta" diyebileceğimiz yerden (bkz: thor) bal getirmesini ister bir arıdan, bu bal da işe yaramayınca, arıdan ukko'nun katından bal getirmesini ister. güç bela bu da getirilir ve lemminkäinen tekrar hayata döneer, yihu. bir süre için lemminkäinen uslanır, evine döner.

louhi'nin güzel kızı, o dönemde kyllikki'nin de gitmiş olmasıyla, gökkuşağı bakiresidir, aslında en başından ilmarinen'e söz verilmiştir, çünkü väinämöinen, topraklarına dönmeye çalışırken, louhi sadece kendisine sampo'yu yaparsa gitmesine yardım edeceğini söylemiş, bunun karşılığında ona kızını vereceğini söylemiştir. väinämöinen de zorla isteksiz ilmarinen'i göndermiştir, ilmarinen kızı görünce sampo'yu yapmış, fakat kız kendisini istemeyince geri dönmüştür. väinämöinen'in, ilk 'aşkı' olan ve, kendisiyle evlenmemek için kendisini öldüren aino'dan sonra, bu kızın kalbini kazanmak için denize açıldığını kızkardeşinden duyunca (bu aslında väinämöinen'in üçüncü görevidir kızı kazanmak için), kendisi de denize açılır, "iyi olan kazansın" mantığıyla yola çıkarlar. kız da daha genç ve güzel olan ilmarinen'i seçer. evlenirler.

lemminkäinen evliliği farkeder, bir tek kendisi davet edilmemiştir doğal olarak, çünkü savaşçıdır ve düşüncesizdir bu karakter, gittiği her yere mutlaka bir rahatsızlık getirir. evlilik biter, ilmarinen ve karısı metsola'ya dönerler, fakat lemminkäinen yine de evliliğin olduğu yere gelir, karşılanmak ister. hoş karşılanmadığını farkedince taşkınlıkları başlar, pohjola'nın lordu da sinirlenir, kılıç savaşları sırasında lemminkäinen onu öldürünce, bölgenin bütün askerleri onun peşinden gelirler. lemminkäinen de annesinin yanına kaçar, o da saari adasına gidip, 3. senede, unutulunca geri dönmesini söyler.

lemminkäinen adaya kaçar, fakat taş bir karakterimiz olarak, ve kadınlara zaafıyla beraber de, adanın bütün bakireleri tarafından sevilir, el üstünde tutulur, hepsine de 'ilgi' gösterir kendisi - bir tanesi dışında. bu kız da çok alınır, lemminkäinen'in gitme zamanı geldiğinde (ki adadaki erkekler rahatsız olmaktadır, ve kendisi de evini özler), yolunda rüzgarın dönmesini, gemisinin sulara gömülmesini diler. ki öyle de olur, fakat lemminkäinen kurtarılır yine. evine döndüğünde ise, eski evinin yerinde yeller estiğini, her yerin yakıp yıkıldığını görür. annesinin de öldürüldüğünü sanarken, ormanda bir kulübede tek başına ağlar şekilde oturarak bulunca, öküzlüğünü sanıyoruz ki anlar sonunda, oturur oturduğu yerde. (olan kyllikki'ye oldu o arada ya, hey Allahım)

21.11.2009

Suç

0 Vakâ
İçerde, hep iftiraya uğradığını söyleyenler bulunduğuna göre dışarıda ne çok iftiracı var, öyle değil mi? Valla bilmiyorum; içerdeyseniz mâhkumsunuz, dışardaysanız müfterî...

Aslında bi insanı bi yere kapamak suçtur ama kapattığınız kişi suçluysa, bu bi cezadır. Yani aslında her ceza biraz da suçtur. Ve her suç, biraz da ceza... İçerdekilerin bazılarının suçlu, bazılarının suçsuz olduğuna şüphe yok, ama bu dışarıdakiler için de geçerli.

Yakalanmayan suçluya 'suçsuz' denir. Yakayı ele verenin kendisini mâğdur hissetmesi de bundandır. Yani...

-Herkes çalıyo, ben niye yakalanıyorum ?!?

'Kader kurbanıymış' de besbelli...

Gerçek bi suçsuz yoktur içerde de, dışarda da... Rüşvet almadıysan, hiç mi vermedin trafikte de? Zaman zaman ruhsatın içinde...


[BanaBiŞeyhlerOluyor]

15.11.2009

Sabah Çayı

0 Vakâ
Hep ummadığım yerimden yara aldım ben.

Yine...

Sorumluluklar hayatını kolaylaştırmaz mıydı?
Dememişler miydi öyle?
Çok endişeleniyorum.
Kendim içi değil, azâb-ı vicdânla terbiye olan, senin için...

Dayan. Güçlü kal...

24.10.2009

Aylık Asayiş-Kontrol Raporu

0 Vakâ
Bu gece uyku tutmadı efenim, o yüzden konudan konuya atlayabilirim kısa tutmak için, takılmayınız...

Garipsenmicek bi durum açımdan ama insan, bazen de olsa, şaşırıyo. Önceleri yoğunluk, yadırgama falan diyo ama öyle olmadığını kendisi de biliyo.

Gece yarısından bu yana 2 Zooey Deschanel filmi izledim; 'duruluğu'na rağmen pek matah bi oyuncu değil, zaten filmlerde de pek görünmez kendileri ama nedense filmleri, konusuyla çeker beni. Alışılagelmemiş bi durum. Neyse, filmler cansıkıntısıyla izlenilicek ama hatırlanmıcak türdendi.

Sonra n'aptım?..

Okumaya güdümlendiğim serinin, bendeki, son kitabını okumaya niyetlendim bi ara ama hâlen saçma bi kamuflaja bürünmüş ergen kız hikayesi olduğunu düşündüğümden, vazgeçtim. Sonra sigara pakedime takıldı gözüm. Yataktan kalkıp kettle'ın tuşuna basıp su ısıttım, sallayarak geçiyo burdaki ömrüm çayları, vesselam.

Klinng!..

Sıcak suyu doldurup koridora çıktım, cebimde paketim, açık bi pencere vardı Allah'tan ki, kapriyle dışarı çıkmaktan yırttım bu soğukta. Hava eksi bilmemkaç derece, neyse... Pencerenin önünde dikilip, derin bi nefes çektim yeni yaktığım sigaramdan. Gün yeni aymış, gri tonda hava, maviye çalan bi gökyüzü falan... Bilirsiniz işte.

Son bikaç günde olanları düşündüm. Aklımdaki yüzlerin isimlerini hatırlamaya çalıştım -bazen tekrar yapmam gerektiğini hissediyorum- ve gariptir, hatırlayabiliyorum. Zaten derdim de hatırlayamamak değil, yüzüne vuran hava. Evinde olmadığını vuran keskin bi tipi fırtınası...

Bazen günaydın diyolar, ya da afiyet olsun. Hatta geçmiş olsun da dediler bi ara. Çünkü burada güneş doğmuyo, asla afiyet olmuyo yediklerin ve bişeyler tamamen geçmiyo... Dilekleri, gerçekten dilek.

Şimdi, askere gidince görürsün, deme. Zirâ bu şartlarda askerlik kolay. Kastettiğim, niçin orda olduğunla önemli... Askerlikte, o şartlar altında terbiye olman/eğitim alman gerekir ama burada olman sadece eğitim/okulken, neden bi de başka bi hengame çıksın ? Askerdeyken, oraya ait olursun ama burda hiçbi yere/zamana ait hissedemiyosun kendini. Bazen yurdun tel örgüleri önünden geçen çocuklar bakıyo bu tarafa, sanki hayvanat bahçesinde kafese kilitlenmiş hayvanlara bakar gibi. Zirâ, öğrendiklerini aklından silerseniz geriye sadece bi hayvan kalır. Ve şu an, o noktadan önceki noktalarda sek-sek oynuyorum...

Ben bunları düşünürken sigaram bitti, bardağın dibinde de, çay tadına sahip bi kireçli su kaldı. Pencereden devirip odama doğru döndüm, dışarıya açılan kapıdan izmariti fırlatıp odama girdim. Kalorifer yine yanmıyo sanırım. Zaten 10 dakika boyunca, pencereden 2metre ötedeki tellere dolanmış böğürtlen sarmaşığına ve üstünden geçen bulutlar ilâ kuşlara baktım bu soğukta. Bi de derler ki, gittiğin yer değil, nasıl gittiğin önemli... Ben de derim ki, bi de o yolun dönüşü var eşeğin gittiği su taraflarından geçen... Ya da teşbihte hata da olabiliyo, neyse...

Uyumam ve şu romana başlamamak için bahaneler bulmam, akabinde bikaç Mia Kirshner veya Dorothà Nvotova filmi izlemem gerek. Alışverişten döndükten sonra. Ve fazla düşünmemem...

Düşünmek, ibadet oldu bende.

Final cümlesi/konusu bulamadım, oyüzden haybeden haybeye filozof veyahut entel makara çevirip mastürbasyon yapmıcam. Ama, küçücük bi ihtimâliniz bile olsa kalıcak ev konusunda, yurtta kalmayın! Gecenin bi yarısı koridordan gelen seslerle dumura uğrayıp iki lafın belini kırmak fecî koyuyo insana o saatte, yatağımı özledim uleeyn! triplerinde arabeske bağlanıyosun efenim, abi nasihati kıvamında küpe olsun kulağına...

Şûh kalınız, efenim -Şûh. Bu kelimeye de tavımdır, haa-..

12.10.2009

İstasyon İnsanları

0 Vakâ
Demir kutuları bekleyen insanların dünyasında yankılanan öyküler bunlar. Tek ortak noktaları, belki de, aldıkları biletlerin nereye götüreceği olan insanların öyküleri... Bir insan zaten istasyona niçin gider ki? Sıradan ve kekremsi metal tadı gibi otobüs yolculuklarına inat, bi şeyler yaşamak için değil de, neden ?..

"Gitmesen..." derken ki duygusuzluk, "Bak, orda da mutlu olucaksın eminim ki..." derken ki inanmayışlık... Yalanlar uzun peronların arasında yankılanan sesle kaybolup giderken, kendini daha mı az günahkâr hisseder bi insan? Ya da uzaklaşıp giderken daha mı çok kurtulursun o şehirden ? O demir duvarlar daha mı sıcak?..

Belki evet, belki de hayır... Ama konumuz her yolculuğun başlangıcıyla ilgili; istasyonlar, peronlar, tren bekleyen yolcularla ... Bi insanın "neden" tren beklediğiyle değil de, beklediği o anlarla/olaylarla ...

Sâhi... Bi insan neden istasyona gider daha hızlı bi yolculuk biçimi varken ?...


Daha mı güvenli, daha mı zevkli, daha mı sıcak?.. Sadece bi kitabı aralıksız okuyabilmek için mi, ya da düşünmek? Muhabbetler daha mı dürüst olur, ya da büyüleyici olaylar mı ?..

Neden?..
 

Soğuk Nevâle... Copyright © 2008 Black Brown Art Template designed by Ipiet's Blogger Template